20 Aralık 2009 Pazar

AVATAR

Jake Sully
Bloga fazla ara vermişim, pek bir sebebi de yok aslında, özetle ihmal diyebiliriz.
Bu hafta sonu Avatar filmine gittik. Film bir çok insanin heyecanla beklediği bir film olduğundan, benim de hoşuma gittiği için buraya yazmaya karar verdim.
Salon Cinebonus Gordion AVM (Ankara). Öncelikle sinema salonundan bahsedeyim, malum bu sinema yeni açıldı, belki merak edenler vardır. Perdenin büyüklüğü iyiydi, Panora'da izlediğimiz üç boyutlulara göre daha büyüktü(salon numarasını hatırlamıyorum) AFM sinemalarındaki gibi filmin parasını ödeyip bileti aldıktan sonra haraç keser gibi gözlük parası istemiyorlar, bileti alırken gözlük parasını da kesiyorlar. Gözlükler temiz ve paketli olarak salonun girişinde bekliyor sizi, ambalajı yırtarak kullanılıyor, eski 3d sinemalarda(örnek: Imax Ankamall) olduğu gibi kirli gözlükleri alıp üstündeki parmak izlerini ve yağları temizlemeye çalışmıyorsunuz.
Biraz da filmden bahsedelim. Çok klişe bir cümle vardır, "tam bir görsel şölen". Bu film de aynen öyle idi. Sinemaya olan bakış açımı değiştirdi diyemeyeceğim, ama büyük bir zevkle izledim, hala da aklımda.
Bu bölümü filmi henüz izlememiş olanlar da gönül rahatlığıyla izleyebilir, ama aşağıda "SPOILER" başlığı altında yazdıklarımı okumanızı tavsiye etmem.
Oyuncular arasında "Terminator Salvation" dan hatırlayacağımız "Sam Worthington", "Star Trek" ten "Zoe Saldana", "Alien" serisinden "Sigourney Weaver" abla var. Bir de Lost'ta Ana Lucia karakterini oynayan Michelle Rodriguez'in de hakkını vermek lazım. Modellemeler de çok başarılı, gerçek hallerini filmde görmemiş olsanız bile Navi hallerini tanıyabiliyorsunuz oyuncuların.
Sigourney Weaver
Öncelikle çok güzel bir dünya yaratılmış. Öyle ki, sinemadan çıkıp da yolda giderken ya bu dünya(hele hele Ankara) çok çirkinmiş düşüncesinden kurtulamadım. Köyümüze geri mi dönsek ne yapsak, en azından yeşillikti:) Bir de şu uçan ejderhamsı şeylerden kullanmak istiyorum ben de. Çok büyük olmasına gerek yok, "toruk"ta filan gözüm yok, küçük mavi bi tane versinler yeter. Ya da mekaniğini yapsınlar, uçan kaykay tarzı ufak tefek bir şey de olur.
Sonra navi'ler (o kuyruklu 3 metrelik yaratıklar) çok iyiydi. Yalnız şu burun olayı pek çirkin. Sen git kadını erkeği üç metrelik, bi gram yağı göbeği olmayan, dalyan gibi yaratık dizayn et, sonra suratının ortasına çin seddi inşa et, olacak iş mi? Neyse olmuş bitmiş... Hem belki aslında iyi de olmuştur, yoksa yüzüklerin efendisi çıktığında elflere aşık olan topluluklar şimdi navi navi diye dolanır dururdu. Bir de küçükken kardeşim burnunu çarpmıştı da burnuyla alnının arasındaki bölge şişmişti, aynı böyle olmuştu, o kadar kötü görünüyordu ki çocuğa yaratık muamelesi yapmıştık bi süre.
Filmin 160 dakika olduğunu hatırlatayım. Bu gerçekten uzun bir süre, hele de 3 boyutlu bir film için. Ancak zamanın geçmesi konusunda hiç sorun yaşamadık. İlk yarı masal tadında, ikinci yarıda ise daha fazla aksiyon ile izlenirliğini korudu.

Tabi bu kadar beğendim, övdüm ama filmde benim de kafama takılan bir şey var. Adamlar uzaya çıkmışlar, teknoloji süper, monitör yerine üç boyutlu hologram görüntüler kullanıyorlar. İnsan DNA'sından modifiye Navi yapmışlar, bi de kontrol edecek alet edevat yapmışlar hepsi çok güzel de, bizim Jake Sully neden hala tekerlekli sandalyesini elleriyle sürüyor onu merak ediyorum. Derseniz ki adamımız fakirmiş, parası yetmemiş diye, yine de ikna olmadım. Birincisi o tekerlekli sandalye zaten muhtemelen ordunun malı filandır, hadi kendi malı olsun diyelim, o devirde değil emekli bir askerin alabileceği, tüm insanlığın alabileceği en ucuz tekerlekli sandalye bile daha gelişkendir diye düşünüyorum. Şimdi ne kadar ucuz olursa olsun eski gramofonlardan üretiyorlar mı, hayır. O sandalye de müzelik olmuştur artık zannımca.
Spoiler öncesi bir özet yapayım, film çok güzel gidin görün.

Burdan sonrasını henüz filmi izlememiş olanların okuması tavsiye edilmez:

-----SPOILER-----



Bütün o görselliğin yanında bu filmin konusuna da ısındım ben. Bu Navi'ler böyle doğa aşığı filan, pagan magan hoş olmuşlar. Neural network olayına da bayıldım. Bir de adamlar o güzel dünyayı dizayn edip öylece bırakmamış. Jake Sully nin küçük ve yaramaz bir çocuk gibi fosforlu bitkilere dokunarak hayran hayran dolaşması çok sempatik bir ayrıntı olmuş. Aynı sempatiyi navi bedenini ilk kullanışında zıplaması koşması kuyruğuyla sağa sola çarpması sırasında da yaşadım.

Savaşta bizim tarafımıza geçen (nasıl benimsediysem artık) neyse işte navilerin tarafına geçen pilotumuzun gözlerini ve helikopterini savaş boyalarıyla boyaması gülümseten bir başka ayrıntıydı.
Neytiri, Jake Sully'ye onlar gibi olmayı öğretirken aslında filmde çok uzun bir zaman geçti. Ben de sanki bana öğretiyormuş gibi tüm dersleri pür dikkat dinledim, hatta o kadar ki bir ara bu bilgiler gerçek hayatta ne işimize yarayacak psikolojisi bile sardı.

Belki konu biraz klişe olabilir. Yani esas oğlan casus olarak gelir, esas kıza aşık olur, sonra vicdan da yapar onların tarafına geçer, ama gerçekleri söyleyince "sana güvenmiştim, beni kandırdın, böhüü" geyikleri olur (burdaki böhüüden çok tıslama kükreme arası bişeydi o ayrı) neyse efendim sonra esas oğlan bunları kurtarır bu da mutlu son. Filmi izlerken sonu anlaşılıyor tabi. Hatta Toruk Macto'nun hikayesi anlatıldığında kesin bu da Toruk Macto olacak demek çok kolay.

Avatar Poster
Ama film bundan ibaret değil neyse ki. Bir kere takdirimi kazanan yönlerinden biri Amerikan propagandasından uzak olması. Hatta neredeyse Amerikan politikasını yeren bir havası var. Güzelim Pandora'yı işgal etmişler, maden almak için canlı manlı demeden hepsini yerinden yurdundan hem de canından etmekte tereddüt etmeyen bir ordu var karşımızda.

Bir yerde Naviler bunlara karşı çıkıyor, şu an hatırlamıyorum nerde olduğunu, ama albay terör ha, öyleyse biz de terörle karşılık veririz diyor, işte o zaman tiksiniyorsun insan ırkından.

-----SPOILER SONU-----

7 Kasım 2009 Cumartesi

Blogger ile Blog Oluşturma ve Yayınlama

Bu defa bir Blogger sayfası oluşturma, düzenleme, blog yazısı hazırlama ve yayınlama ile ilgili ayrıntılı bir yazı hazırladım. Hemen hemen her adımda screenshot ile destekleyerek anlaşılır bir hale getirmeye çalıştım. Umarım okurken zevk alırsınız ve bloglamaya yeni adım atanlar için yeterli bir kaynak olur.

Blogger ile nasıl blog hazırlanır?


Eğer yoksa önce bir Gmail hesabı alınır.

Herhangi bir blogger sayfasında, örneğin bu sayfada sağ üst köşedeki "Blog Oluştur" linkine tıklanır.

"Bir blog sayfası oluşturun" ekranı görüntülenir.


Bu ekranda:
"Bu işlem, diğer Google hizmetlerinde kullanabileceğiniz bir Google hesabı oluşturacak. Örneğin Gmail, Google Gruplar veya Orkut'a ilişkin bir Google hesabınız varsa, lütfen önce giriş yapın"
yazmaktadır. Burada "önce giriş yapın" linkine tıklanır. Mevcut Gmail hesabınızın kullanıcı adı ve şifresi ile giriş yapılır.


Ardından "Blogger için kayıt olun" ekranı görüntülenir. "Görünen isim" alanı doldurularak "DEVAM ET" butonuna basılır.

"Blogunuzu adlandırın" ekranı görüntülenir. Blog başlığı ve blog url si girilir. Örnek: Ayca'nin Blogu, http://aycaninblogu.blogspot.com/. Tabi url girildikten sonra "Uygunluğunu Kontrol Et" linkine tıklayıp bu adresi alıp alamayacağınızı öğrenmeniz yerinde olur.

"Bir şablon seçin" ekranı görüntülenir. Bu şablonu daha sonra Ayarlar menüsünden istediğiniz gibi değiştirebileceğinizi düşünerek seçiminizi yapın. Bu şablonun üzerinde ayrıca renk ve font seçimi gibi ayarları yine aynı menüden yapabilirsiniz. Ancak yeni bir şablon seçtiğinizde renk ve font gibi ayarlarınız kaybolur bunu da unutmayın. "DEVAM" butonuna basın.
"Blogunuz Oluşturuldu" ekranı görüntülenir. "BLOGLAMAYA BAŞLA" butonu ile devam edin. Karşınıza Blogger'ın editör arayüzü çıkacaktır. Başlığı ve "Bu kayda yönelik etiketler" kısmını doldurmayı unutmayın. Etiketler özellikle aramalar sırasında çok kullanışlı olacaktır. Yazılarınızı kategorilendirmenizde yardımcı olurlar ve ayrıca belirli konulardaki yazılarınıza hızlı erişim sağlarlar.
Metnin içine resim, link, video vs. ekleyebilirsiniz. Bunlardan resim eklemenin nasıl yapıldığını öğrenelim.
Editörün üstündeki toolbardaki küçük "Resim Ekle" butonuna tıklanır. Yeni bir pencerede "Bilgisayarınıza bir resim ekleyin veya web'den bir resim ekleyin" ekranı görüntülenir. Burda gerekli ayarlamalar yapılarak "RESIMI YÜKLE" butonuna basılır.
Resmi yükleme işleminiz tamamlandığında "Resiminiz eklendi" ekranı görüntülenir. "TAMAMLANDI" butonuna basarak pencere kapatılır.
Maalesef resimler blogun en başına eklenmektedir. Belki daha kolay bir yolu vardır ancak ben çareyi html editörünü açıp resim ile ilgili kodu istediğim yere yapıştırmakta buldum. Bunun için biraz kodlama bilgisi gerekebilir. Editörün sağ üst köşesindeki sekmelerden "HTML'yi Düzenle" seçilir.
a ile başlayıp a ile biten ve içinde img geçen alan bizim resmin yeraldığı kodu oluşturur. Özet olarak a ile sınırlı alanlar resmin linkini, img ile sınırlı alanlar da resmin özelliklerini ve stilini belirlemekte. Eğer bu konuda bilginiz yoksa tavsiyem bu kodun içeriğini değiştirmeden aynen kesip yapıştırmanızdır. Bundan sonra sağ üst köşedeki "Oluştur" sekmesi seçilerek önceki ekrana dönebilir ve resmin istediğiniz yere yerleştiğinden emin olabilirsiniz.
Blogger editörünün kötü bir özelliği de (belki bu problemle sadece ben karşılaşıyor olabilirim) Araya rasgele boşluklar eklemesi. Özellikle resim ekledikçe ve html düzenle ekranı ile arada geçiş yaptıkça yeni boşluklar oluşmakta. Hem html editöründe hem de Oluştur ekranında fırsat buldukça boşlukları silmenizi tavsiye ederim.

Yazımızı yazdık, resmimizi de ekledik, ancak her şey yerli yerinde ve düzgün mü görmek istiyoruz. Bunun için yine editörün sağ üst köşesindeki "Önizleme" linkine tıklayın.
Bu şekilde blogunuzu yayınladığınızda nasıl görüneceğini görmüş olacaksınız. Eğer görüntüyü beğenmediyseniz değiştirmek için sağ üst köşedeki "Önizlemeyi Gizle" linkine tıklayabilirsiniz. Eğer beğendiyseniz ve artık yayınlamaya hazır olduğunu düşünüyorsanız sağ üst köşedeki "KAYDI YAYINLA" butonuna basabilirsiniz.

"Blog kaydınız başarıyla yayınlandı" şeklindeki sayfa görüntülenir. İnanmazsanız "Kaydı Görüntüle" linkine tıklayıp kendi gözlerinizle görebilirsiniz. İlk yazınızı yayınlamış oldunuz, vatana millete hayırlı olsun:) Şimdi blogunuzun genel görünüşü ve yandaki menülerle ilgili birkaç değişiklik yapalım.

Öncelikle sağ en üstteki "Özelleştir" linkine tıklayın. Blogunuzla ilgili ayarların olduğu sayfa görüntülenir. Yerleşim sekmesi altındaki "Sayfa Öğeleri" alanında seçtiğiniz şablona uygun olarak blogunuzun genel yerleşimini görebilirsiniz. Burada, sağ paneldeki ögelerin yerini mouse ile sürükleyerek değiştirebilir, "Düzenle" linkine tıklayarak içeriklerini değiştirebilir ya da "Gadget Ekle" linkine tıklayarak yeni içerik ekleyebilirsiniz.
Öncelikle "Hakkımda" içeriğini en üste taşıyın ve içeriğini değiştirmek üzere "Düzenle" linkine tıklayın.

Gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra "KAYDET" butonuna basarak sayfayı kapatın. Böylece kendimiz hakkında kısa bir bilgiyi blogumuzun sağ paneline yerleştirmiş olduk. Yine "Sayfa Öğeleri" alanında bu sefer "Gadget Ekle" linkine tıklayarak yeni içerik ekleyelim.
Gadgetların listelendiği ekran görüntülenir. Daha önce blogda yer alan "Hakkımda" yazısı Profil başlığı ile önceden eklenmiş görünüyor. Biz de diğer bir kullanışlı gadget olan "Etiketler"i eklemek istiyoruz. Bunun için listede "Etiketler" başlığının sağındaki + işaretine tıklayın.



İstenilen değişiklikler yapıldıktan sonra "KAYDET" butonuna basılarak Gadget ayarları kapatılır. Sayfa Öğeleri alanında da kaydetme işlemi gerçekleştirilerek "Önizleme"ye tıklanarak blog görüntülenir.

Değişiklikleri sayfanın sağ panelinde görebilirsiniz.

Blogunuzun fontları, başlık, link ya da arka plan renkleri gibi ayarları da istediğiniz gibi düzenleyebilirsiniz. Sayfa Öğeleri'nin yanındaki "Yazı Tipleri ve Renkler" sekmesinden bu ayarlara erişebilirsiniz.



Bir diğer önemli konu da mail ile yazı yayınlama. Bunun için öncelikle sağ üst köşeden "Kumanda paneli"ne girmek gerekli. Kumanda paneli ekranında, blogunuzun isminin yanında küçük bir mektup resmi var, buna tıklayın.

" E-postayla Kayıt Gönderme" ekranı görüntülenir. Burada mail adresini istediğiniz şekilde tamamlayın. Unutmayın ki bu adresi bilen her kimse bu blogda sizin adınıza yazı yayınlayabilir. "KAYDET" butonuna basarak pencereyi kapattığınızda artık blogunuz e-mail ile yayınlanmaya hazır hale gelmiştir.

Daha sonra herhangi bir mail adresinize giriş yapıp yeni bir mail yazın.
Subject/Konu alanına yazdığınız blogun başlığı olacaktır, ayrıca maile attachment (ek dosya) olarak resim eklerseniz bu da blogunuzun en başında görünecek şekilde düzenlenecektir. Ben de bu yazıyı hazırlayabilmek için bu özelliği ilk defa kullandım ve anında blogda yayınlanmış bulmak gerçekten sevindiriciydi.
Şimdilik bu kadar. Belki daha sonra daha kapsamlı olacak şekilde yazıyı genişletebilirim.

27 Eylül 2009 Pazar

Deney7: Microsoft Advergame




Ritmi Koru ARG Advergame ve Gitti Gidiyor reklamindan(ve hatta Yaman Gezgin'den) hatirlayacagimiz 41-29 ekibi yine is basinda. Maalesef bu defa BBG tarzi bir yarisma hazirlamislar. Cok eglenceli gorunse de aktif olarak katilamayacagim icin uzuluyorum, ama destekci olarak tum gucumle yarismak istiyorum.
Facebook araciligiyla aldigim mesaji aynen kopyaliyorum:


"
Eveeet,

Uzun zamandır sesimiz çıkmıyordu, tabii ki sebebi var! Microsoft Windows7 nin lansmanı hazırlığı içindeydik.

http://www.deney7.com

Bugün itibariyle birinci fazıyla beraber başladık!

Biraz projeyi anlatayım ;

Proje ne derseniz; faz 1 (26 Eylül - 9 Ekim)'de http://deney7.com
üzerinden 2 kişi arıyoruz, bu 2 kişi faz 2'de (16-22 Ekim) birer ev
şeklinde dosenmis, lokasyonu gizli yere yerlestirilecek ve 7 gün
boyunca 77 görevi tüm türkiye onları internet üzerinden canlı izlerken yapmaya calısacaklar, tabii ki siz kullanıcıların ve takipcilerinin yardımıyla... Bu Questler neler mi ? Mesela facebook fan page'i kurup fan sayısını 10.000 e cıkartmak, mesela takipcilerinin yardımıyla bir puzzle cozmek ya da sürpriz bir hediye için tüm interneti seferber etmek!

Bunun sonunda ne mi kazanacaklar ? Tam 20.000 TL!!!
Onları takip eden, onlara yardım eden kullanıcılarda onlarca hediye arasından hediye kazanacak, laptoplar, windows 7 lisansları, usb stickler vb. Son günün akşamı da bir partiyle kapatacagız ;)

Tüm bunları kazanmak için kullanıcıların yapması gereken tek şey, neden onları seçmemiz gerektiğini anlatan bir video hazırlamak ve siteye yüklemek. Eğer isterse fotograf ve bir paragrafla da basvurabilir ama video'nun etkisi cok daha yüksek olacak...

Onumuzdeki hafta içinde Tv reklamı, radyo spot'u, gazete ilanlarımız ve bol bol bannerlarımız da kampanyayı desteklemeye başlayacak ve sürpriz : bunların hepsini 41? 29! olarak biz hazırladık! Bu yüzden bu proje bir anlamda bir dijital milad noktası, tüm lansmanı bir dijital ajansın hazırlıyor olması ve bu yüzden tüm dijital sektöriçin faydalı olacagına da
inanıyorum

İşte üzerinde gizlice çalıştığımız projemiz bu ve sizden her zaman oldugu gibi destek bekliyorum, sitemiz açık ( http://www.deney7.com )
ve örnek bir kaç video da koyduk, sormak istediginiz birsey olursa ben buradayim ;)

Alemsah Ozturk
Chief Happiness Officer @ 41? 29!
"


Simdilik Ozan Erturk ve Volkan Oge'yi destekleyerek ise basladim. Gorevleri de merakla bekliyorum.
Tabi hemen oyun forumlarimiza yeni bir baslik ekledim, tum ritmi koru ve monopoly oyuncularini Deney7'ye de bekliyorum.
Hadi tekrar yarisalim...

20 Eylül 2009 Pazar

Monopoly City Streets

Hasbro firması Monopoly oyununu internet ortamına taşımaya karar vermiş. Ancak internetteki emsallerinden farklı olarak bu işi Google Maps ile gerçekleştirmişler.

Aşağıdaki ekran görüntülerinden de anlaşılacağı üzre tüm dünyada, gerçekten var olan cadde ve sokaklar üzerinde alım satım işlemi gerçekleştiriyorsunuz. Oyunda en çok öne çıkan strateji oyuna mümkün olduğunca çok uğramak, çünkü sadece login olabildiğiniz günlerin kira ve diğer günlük gelirlerini alabiliyorsunuz. 7 gün uğramamak bütün tekliflerin kabul edilmesi ile sonuçlanıyor, 2 hafta girmeyince ise tüm mal varlığınız satılıyor.


Oyunun genel görüntüsü şu şekilde (account bilgisi ve mal varlığımla ilgili ipuçlarının üstünü karalama ihtiyacı duydum) :







Sahip olduğunuz mal mülk şu şekilde listeleniyor:





Oyun ilk açıldığında aşırı yavaş ve buglarla doluydu. İki gün önce yapılan reset işlemi ile birlikte bazı şeyleri geliştirmişler ancak hala hızlı olduğu söylenemez, haritaların yüklenmesi gerçekten zaman alıyor. Birkaç ufak tefek bug da hala mevcut.


Oyunda en çok dikkatimi çeken şeylerden biri kullanıcılar arasında herhangi bir iletişim olmaması. Tek iletişim offer verme, kabul etme ve etmeme şeklinde. ne chat, ne forum ne de mesaj özelligi var. Oyunun FAQ bölümü ise printlesen 2 tane A4 kağıda sığabilecek kadar az. Halbuki kafamda bir sürü soru var. Ben de daha önce Ritmi Koru için hazırladığımız foruma, bu oyunun başlığını açtım. Tespit ettiğim şeyleri ve sorularımı oraya yazacağım. Belki yardımcı olabilecek birileri çıkar, ya da yazacağım şeyler başka birilerinin işine yarar kim bilir.

İşte adres:

http://oyunlarim.niceboard.biz/monopoly-city-streets-f5/

Oyunun adresi de burda:

http://www.monopolycitystreets.com/

24 Temmuz 2009 Cuma

Beypazarı & Memleketimden İnsan Manzaraları

Geçen hafta Beypazarı'ndaydık, yarım günlüğüne. Pazar olduğu ve esnafın yarısı düğüne gittiği için olsa gerek pek bir şey anlamadık. Sıcaktan o kadar baygındık ki kendimiz dışında fotoğraf da çekemedik pek, çekmeye değer pek bir şey de yoktu belki.
Beypazarlılar alınmasınlar ama, Safranbolu çok daha güzel bir yerdi.
Çarşıyı dolaşacak olursanız, yokuşun en başlarında bir kaç konak var, aşağıdaki fotoğraftaki ilan da bu konaklardan birinde asılıydı. Afişin sempatik görünmek için mi yoksa doğal olarak mı bu şekilde hazırlandığını hala merak etmekteyim:



Bir de Beypazarı'nda bir vadi var, İnözü. Gerçekten Ankara çevresindeki bu çoraklığın arasında yeşilliğiyle farkedilen bir doğal ortam, biraz daha uğraşsam Toroslara benzeteceğim. "Su hayattır"ın en büyük kanıtlarından biri. Ama yeşillik dedim diye çok fazla ümitlenmeyin, piknik yeri ayarında bir yer. Vadi boyunca bir kaç tesis var. Biz de bir tanesine girdik. Vadinin içinden incecik su geçiyor. Tesis de suyun kenarına kurulmuş. Kahvaltısını filan pek beğenmedim o yüzden tesisin adını da söylemeyeceğim. En büyük problem ise kahvaltı değil sivrisineklerin çokluğuydu. Su yavaş akınca sivrisinekler artar, heralde sebebi bu olsa gerek. Suyun halini gördüğümde biraz içim acıdı açıkçası. Vadiyi besleyen su yıllar içinde azalmış, köyle tarla sulamak için kürekle açılan kanallar kadar kalmış sadece. Biz suyun kenarında bir masaya otururken bir yandan da tesisteki abiler vadinin olayını anlatıyorlardı. Buranın suyu budur, yosunlar da doğal yosun diye. Aslında gerçekten doğal yosun, kurbağa yumurtası ve pisliklerinden oluşan bir yosun çeşidi. Burda da fotoğrafı, yeterince zoom'a sahip bir makinemiz olsaydı içinde yüzen kocabaşları (kurbağa yavrusu) görüntüleyebilirdik.


16 Mayıs 2009 Cumartesi

HP Sahiplerinin Dikkatine!



HP ısınma problemi olan laptop bataryalarını toplatıyor, ücretsiz olarak yenisiyle değiştiriyor. Bu adresten bataryanızın modelini kontrol edip yenisini isteyebilirsiniz:

18 Nisan 2009 Cumartesi

String vs StringBuilder

Şirkette şu an üstünde çalışmakta olduğumuz güzel düşünülmüş, bir arkadaşın ortaya koyduğu bir generic simülatör projesi var. Projenin ayrıntılarına girmem mümkün değil ancak çalışma prensibi değişken, fonksiyon, class, dll'ler, protokoller gibi kodu oluşturan öğelerin bir kullanıcı arayüzü yardımıyla xml dosyalarına yazılması ve ardından bu xml dosyalarının parse işlemiyle koda dönüştürülmesi şeklinde. Tabi simülatöre eklenen her öğe oluşturulan kodun büyümesine sebep oluyor, ve böylece gerçekten çok kapsamlı ve yetenekli bir simülatör oluşturulduğunda binlerce satır koda erişilmiş oluyor.

İşte bu noktada kodun oluşturulma süresi büyük önem kazanıyor. "Generate" dedikten sonra yavaş yavaş ilerleyen bir progress bar görüntüsünü hiç kimse sevmez. Üreteci hazırlayan arkadaşın da hoşuna gitmemiş olmalı ki performans iyileştirmesine gitmeye karar verdi. Benim de String ve StringBuilder arasındaki farkı öğrenmem onun sayesindedir. Kodu geliştirip çalıştırdığında göz açıp kapayıncaya kadar kodun üretildiğini görünce merak ettim, String yerine StringBuilder kullandım hepsi bu dedi. Bunun üzerine taa üniversitedeyken "String class'ı var ya nasıl olsa, bunların hepsini yapıyor, StringBuilder gibi daha komplex bir şeyi birşeyi hatırlamama neden gerek olsun ki" şeklindeki tembel düşüncemi hatırlayıp utandım, ve merakımı gidermeye karar verdim.

Şimdi işin hikaye kısmını geçip konuya girelim:
Kaynağım CodeProject. Konuyla ilgili en sade ve öz anlatımı burda buldum. Alois Kraus arkadaş iyi iş çıkarmış. Özetle durum şu:
String'in değişken olmayan(immutable) bir yapısı var, o yüzden herhangi bir ekleme çıkarma vs. işlemi yaptığınızda yeni bir obje üretilmekte. StringBuilder ise değişken(mutable) bir yapıda. Ama tabi bu her zaman iyi anlamına gelmiyor. Kraus da diyor ki, assembler kodunu görmeden hangisinin daha iyi performans vereceğine karar vermeyin.
Assemblerla uğraşmak istemeyenler için(sanırım çoğumuz bu kategorideyiz) Kraus bir performans testi yapmış. Insert, Remove, Replace, Format, Append, Join gibi fonksiyonların zaman ve uygulanan operasyon sayısı grafiğini çıkaracak testler hazırlamış. Grafikler aynen şunlar:





Bu tabloları yorumlayacak olursak en iyi performansı veren fonksiyonlar şunlar:
Insert: StringBuilder.Insert, 2'den az ise String.Insert
Remove: StringBuilder.Remover, 2'den az ise String.Remove
Replace: String.Replace
Format: StringBuilder.AppendFormat, 5'ten az ise String.Format
Concatenation: String.Join, 2 ise String+

8 Nisan 2009 Çarşamba

Dedektifler, Cinayetler ve Katiller

Cinayet medya için her zaman çekici bir konu olmuştur, başlığı görünce sizde de merak uyandırmadı mı? Halbuki sadece müptelası olduğum birkaç dedektiflik hikayesinden bahsedeceğim. Daha da özetleyecek olursak Agatha Christie, Adrian Monk veee (wait for it...) Dexter Morgan!

Bunlardan ilk tanıştığım Agatha Christie oldu. Bir cumartesi sabahı, aile büyükleri tarafından limitlenen televizyon izleme seanslarından birindeydik. Tabi sınırlı olunca kanalları gezerek izlemeye gerçekten değecek birşeyler arıyorduk. TRT'nin yan kanallarından birinde (TRT 3 olabilir) şöyle yumurta kafalı, komik, bi yandan da hafif karizmatik bir tiple karşılaştık. O sırada salondan geçmekte olan annem "Aa Hercule Poirot (Herkül Puaro), bunu izleyin çok güzel" dedi. Biz de annemin zevkine güvenip bunda karar kıldık. Bu ufak tefek ilginç adam insanları sorgulamaya başladı, anlaşılan öldürülen yaşlı bir hanımefendinin katilini aramaktaydı.

Hercule Poirot'nun sıcak çikolata içerken bile yüz ifadesindeki o komik ukalalık, yardımcısını sürekli nezaket ve düzen konularında fırçalamasını izlemek gerçekten çok eğlenceliydi. Tabi yavaş yavaş katili de merak etmeye başladık. Bu titiz adam öyle akla gelmez sorular soruyordu ki karşısındakinin en ufak bir mimik hareketi bile anlam kazanıyordu. Dizinin (ki biz izlerken film sanmıştık) sonlarına doğru "Buldum, kesin katil şu, hayır hayır bu" şeklinde kendimizden çok emin yorumlar yapıyorduk, tabi bu tespitlerimizde hep eksik bir nokta kalıyordu. Bölümün sonunda o küçük adam "Hastings, davayı çözdüm" dedi. Tabi çözer çözmez açıklamadı da, tüm zanlıları toplayıp sakin bir dille herkesin gizlediklerini bir bir ortaya döktü, sonra da hem sebebini hem ispatını söyleyip katile "...o yüzden onu siz öldürdünüz" diyiverdi. salonda vaaay diyip alkışlamamak için kendimizi zor tuttuk(bi de gençtik tabi o zamanlar:D)

Her neyse, sonraki haftalarda aklımıza geldikçe izledik adamımızı, bir süre sonra da bir çizgifilm için ihanet edip onu unuttuk. Yıllar sonra üniversiteye geldiğimde, güzel kütüphanemizde dolaşırken cinayet/dedektiflik bölümüne geldim. Hem ince hem de bir sürü oldukları için Agatha Christie serisine gözüm takıldı ve birini karıştırmaya başladım. Kitaplar basit ve eğlenceli görünüyordu, tatilde olmadığımız için de uzun soluklu birşeyler okuyamayacaktım, böylece almaya karar verdim. Hercule Poirot'yla tekrar karşılaştığımda ise ağzım kulaklarıma varmıştı, sanki eski bir dostla karşılaşmış gibiydim. (Yalnız algılamam uzun zaman aldı, çünkü poirot diye yazılan şey puaro'yu hiç andırmıyordu:) ) Aynı yazarın bütün kitaplarını alıp okumaya, tatile giderken eve götürmeye başladım. Çünkü yazdığı kitapların hepsi merak uyandırıcı, zekice işlenmiş ve gizlenmiş cinayetler içeriyor, hem de okurken yüzünüzden gülümsemeniz eksik olmuyordu. Sanki kadın sabah uyanıyor, "Hmm ne harikulade bir hava, cıvıl cıvıl her yer, tam cinayetlik bir gün, keyfiniz nasıl Mösyö Poirot, hadi biraz maceraya atılalım" diyip eline kalemi alıyor ve bir kitap çıkarıyor gibi. Tabi farklı kahramanları da var (Örneğin Miss Marple), ancak favorim her zaman belçikalı dedektif Mösyö Poirot olarak kalacaktır.

Biraz da Adrian Monk'tan bahsedelim. Bu adamcağız aşırı derecede takıntılı, dahası hasta (Obsessive-compulsive disorder) bir dedektiftir. Çözemediği tek cinayet ise karısı Trudy'nin ölümüdür. Polis departmanından takıntıları yüzünden uzaklaştırılmış, bir yandan cinayet çözerken diğer yandan da iyileşip rozetini geri almaya çalışmaktadır. Sürekli bir bakıcıyla dolaşmak zorunda olup onu sık sık "wet wipes" (ıslak mendil) diye sayıklarken görebilirsiniz. Rainman'i hatırlar mısınız? Ordaki gibi gördüğü bir şeyi asla unutmayan bir yapısı vardır dedektifimizin. Ayrıntılara olan dikkati, titizliği, düzensiz, olması gerektiği gibi olmayan bir şeyi hemen farketmesi, ve Mösyö Poirot gibi sürekli "gri hücreler"i çalıştırması sayesinde büyük küçük demeden her cinayeti çözer. Bazen merak ediyorum, bir gün bu saplantılarından kurtulduğunda hala cinayetleri çözme kaabiliyeti olabilecek mi diye.

Bu arada muhtemelen anlaşılıyor ama Monk'un bir dizi olduğunu belirteyim. Şu an Türkiye'de TNT'de yayınlanmakta. Çok popüler olmasını beklemeyeceğim bir dizi. Bununla tanışmam fox ve TNT'den başka hiçbirşey çekmeyen televizyonumuz sayesinde olmuştu. Bir kaç kere rastlaşıp dizinin durağan işleyişinden dolayı pek üzerinde durmamıştım. Monk öyle aksiyon sevenlere hitap eden bir dizi değil. Sakin, komik, sempatik bir yapısı var, asıl karakteri gibi. Ancak sakin, Adrian Monk için pek uygun bir tabir değildir. Hasta olacağı için sürekli panik halindedir, insanlarla el sıkışamaz, kıyafetlerini hijyenik paketlerde saklar, karşısındakinin üstünde bir asimetri, leke ya da tüy vesaire varsa durumu düzeltene kadar başka bir şey düşünemez. Kimi yerde bu adama acır, bir sonraki sahnede katıla katıla güler, sonunda ise illa ki dehasına hayran olursunuz.
Şimdilerde eski televizyonda TNT var sadece. Ben haftanın ütü saatlerini Monk'un başlama saatine ayarlıyorum. Bu şekilde ütü çok daha çekilir oluyor, bütün gömlekler yetişmezse ardından Lost başlıyor zaten, nostalji yapıyoruz.

Gelelim Dexter'a... Öncekilerden farklı olarak burda favori karakter katilin kendisi. Dexter Morgan, insanın kafasını karma karışık eden, psikopata çeviren bir sevimli katil. Normalde izlediğiniz/okuduğunuz eserlerde kendinizi baş kahramanın yerine koymak gibi bir huyunuz varsa Dexter'da önce bir durup düşünmenizi tavsiye ederim. Bir de tabi ki küçüklerle ve fazla büyüklerle izlemeyiniz. Gerçi Türkiye'de gündüz saatlerinde yayınlanmakta olan versiyonu epey sansürlü imiş bu konuda şansınızı deneyebilirsiniz.
Öncelikle şunu söyleyeyim, Dexter öyle vahşice kıyım yapan bir katil değildir. Her işini ince bir şekilde, belirli bir prosedüre göre, temiz halleder, o açıdan ben korku filminden kandan gerilimden hiç hazzetmem diyenler bile çoğu bölümü rahatlıkla izleyebilirler. Ama ona nefretle bakmayışımızın asıl sebebi muhtemelen masum insanları öldürmemesidir. Çevresinde dolanmadan iyisi mi konusunu anlatayım(spoiler içermemektedir):
Miami de, bir polisin üvey evlat olarak alıp büyüttüğü Dexter, küçükken yaşadığı bir şoktan ötürü öldürme içgüdüsüyle doludur. Bunu erken yaşlarda farkeden babası onun öldürmesini engelleyemeyeceğini farkeder ve onu kamu yararına eğitmeye, bir yandan da nasıl yakalanmayacağını öğretmeye başlar. Böylece kanundan kaçmış katilleri yakalayıp temizleyen bir seri katilcik, yani Dexter doğar.
Dexter adli tıpta çalışmakta, işi gücü kan analizleri (tahlil değil, kan buraya fışkırmış öyleyse bıçağı şurdan saplamışlar gibi şeyler) üzerinedir. Sürekli küfreden, Debra adında, çizgi film karakterlerini andıran, bir de üvey kızkardeşi vardır ki o da polis olarak aynı mekanda çalışmaktadır. Aslında dizi yan karakterlere de çok güzel ağırlık vermiş, hepsi birbirinden orjinal ve iyi oyuncular, hemen hemen her bölümde de aktif olarak rol almaktalar, ancak hepsini teker teker anlatamayacağım. Çevresindeki herkes tarafından aşırı normal bir hayatı olan, kibar, etliye sütlüye karışmayan biri olarak görülen Dexter olaylarla başa çıkma dehası ile göz kamaştırmakta, bir yandan da dedektiflik yapmaktadır. Tabi bazı konularda şansı da yaver gidiyor diyebiliriz:)
Dizinin kurgusu gerçekten çok zekice. Genelde sakin giden akışına rağmen meraklandırma işini sonuna kadar başarıyor. Dahası dizi boyunca söylenen her kelime yerli yerinde kullanılmış, sürekli bir tebessümle veya merakla izliyorsunuz. Bazı şeylerin çift anlamları extra eğlence katıyor, tıpkı tanıtım sloganlarındaki gibi: "Takes life. Seriously" (Can alır. Cidden/Ciddi bir şekilde) Bu arada kurgu ve dialoglara bu kadar yer vermem dizinin aksiyon yoksunu olduğu imajını uyandırmasın, çünkü pek güzel aksiyon da içermekte. Bu arada dizinin imdb puanı'nın 9.2 olup Lost'dan daha yüksek olduğunu da hatırlatayım...

29 Mart 2009 Pazar

Webdeki Oyuncaklarimiz

Zamaniniz cok degersizse ve onu zalimce internette katletmek istiyorsaniz iste bir kac site

Multiplayer Risk Oyunu:
http://apps.facebook.com/attackgame (facebook application)

Flash Oyunlar:
http://flashoyun724.com/default.aspx?lng=tr-TR ya da
http://www.helehele.com/ (iki site icerigi ayni)

Kutsal Bilgi Kaynaklari:
http://sozluk.sourtimes.org/
http://www.wikipedia.org/

Bir kac tane de mmorpg adresi verecegim ama onceden uyariyorum, bulasmasaniz daha iyi edersiniz, cunku bu sadece o anki zamaninizi degil, ondan sonraki bir cok zamaninizi ve sagliginizi elinizden alabilir, ustelik aldiginiz zevk/ harcadiginiz zaman orani da epey dusuk olacaktir, soylemedi demeyin:

Yabanci site, turkcesi yok, bir suru reklam icermekte ve oyuncu aktivitesi digerlerine gore daha yuksek olmali. Orta dunya irklariyla harmanlanmis bir senaryo mevcut:
http://utopia.swirve.com/

Turkce dil destegi var, Age Of Empires benzeri, arazi toplayip seviye yukseltme uzerine kurulu bir senaryosu var:
http://www.travian.com.tr/

Turkce dil destegi var, gelecege yonelik bilim kurgusal bir senaryosu var:
http://www.ogame.com.tr/

28 Mart 2009 Cumartesi

Ritmi Koru!

Bu blogumda ilk yazım bu olsun istedim. Sebebi? Hayatimda ilk defa bir yarışmadan ödül kazandım, hepsi bu:) Keşke oyun bitmeden bu blogu hazırlamış olsaydım, şimdi bitmiş bir oyunu anlatmaktan öte geçemeyeceğim.

Oyun tanıtım sitesi olan http://www.ritmikoru.com/ ve bunun dışında blog, hastane, medusa girişiminin sitesi, perseus hareketinin sitesi gibi çeşitli web sayfalarına sahip olmakla birlikte mevcut blogger'ların sayfalarını da kullanmaktan geri kalmadı. Bunun yanında Show TV'nin teletext özelliği de oyun içerisindeki görevlerde aktif olarak kullanıldı.
Gorevlerden bazilarinda spectrogram kullanilarak ses dosyalarindan kelimeler bulduk, kiminde telefon ton seslerinden sifreler. Google map kutuphaneleri kullanilarak hazirlanmis harita uzerindeki gorevler hakkinda arastirmalar yapip Google ve Wikipedia yardimiyla cesitli tarihler bulduk. Bazi gorevleri ise senaryoya oturtulmus araclar ile gerceklestirdik. Bu arada cep telefonlarindaki t9 sozlugunu kullanmayi da ihmal etmedik.
Bunlardan aklima gelenlerin hepsini yazmaya calisiyorum cunku bir sonraki arg'da isimize yarayabilirler.
Oyun boyunca kullandigimiz web siteleri:

http://www.ritmikoru.com/
http://www.bilimotesi.com/
http://www.gorgonterapi.com/
http://www.perseushareketi.com/
http://www.medusagirisimi.com/
http://www.410030n.com
http://www.285840e.com/
http://www.themisprojesi.com
http://www.themisprojesi.com/DelphiOracle.html
http://techne.perseushareketi.com/
http://techne.perseushareketi.com/Pegasus/
http://techne.perseushareketi.com/Antikythera
http://techne.perseushareketi.com/Pandora
http://www.tulparkasabasi.com/
Yarin, 30 Mart Pazartesi gunu kazananlar aciklanacak, umarim kazandigini sananlardan olmam:) Ve umarim 41-29 bunun gibi bir cok projeyle daha karsimiza cikar...